Karantina zamanlarında bir kedi gelmişti evimize. Böyle gri bir tüy yumağı resmen. Yüksek seslere karşı korkan, evin en olmadık yerlerine saklanan ürkek bir kediydi kendisi. Şimdi ise tam bir hanımefendi. Böyle nazlı mı nazlı. Sevdirmez kendini öyle kolay kolay. Anca onun istediği vakit ki oda sabah 5 suları. Şaşmaz. Benim yatağımın sağ köşesini bellemiş kızımla baş başa uyuyoruz. Kıç kadar evde eşek kadar adama saklambaç oynatıyor gündüzleri. Anlayacağınız kendimden çok o tüylü yavrumu seviyorum.

Bizim pencereler fileli değildir. 5. katta oturmamıza rağmen pencerelere file taktırmadık. Bu yüzden ya pencereleri yukarıdan aralık şekilde bırakıyoruz ya da tamamen kapalı duruyorlar. O akşamda öyle olmalıydı. Ancak o pencerelerden birisi nasıl olduysa aralanmış. Yavrum açılan aralıktan dışarı çıkıp, pencerenin önündeki ince mermeri yürüyüp yukarıdan aralıklı pencereye kadar ilerlemiş. Geri içeri dönemeyeceğini anlayınca da başlamış o aralıktan can havliyle miyavlamaya, o aralıktan pati atmaya çalışmaya. O camı nasıl patisini sıkıştırmadan kapattım, nasıl camı açıp onu tuttum hala emin değilim. Emin olduğum tek şey korkum. Bir insanın hiç korkudan gözlerinin kararabileceğini bilmiyordum. Oluyormuş.

Bunu neden anlattım? O günden sonra nadiren onun düştüğünü görüyorum rüyalarımda. Bazen şanslı oluyorum ve tutuyorum onu. Bazen tutamıyorum. Öyle işte.